Türkiye´de Basın Özgürlüğü Sorunu
Türkiye´de Basın Özgürlüğü Sorunu



Düsünce ve basın özgürlügünün derin boyutunu Nedim Sener ve Ahmet Sık'ı ziyaret ettigim 7 Mayıs 2011 tarihinden çok önce fark etmis, hükümeti uyarmak ve konunun ciddiyetine ısık tutmak için aralık ayındaki yazımda olayın vahametine ısık tutmaya çalısmıstım. Bu yazıyı kaleme aldıran olgu Zaman gazetesi yayın ekebini ziyaretimde, sempatik genç gazeteci Büsra Erdal'ın 70 dava ile karsı karsıya oldugunu anlatması ve toplam 150 yılın üstünde hapis cezası ile yargılandıgını söylemesi olmustu. Durumun kendisine özgü bir sorun olmadıgını yüzlerce gazetecinin benzer gerekçelerle mahkeme önlerinde süründügünü ve yer yer mahkûm oldugunu söylemisti. Gerçi Türkiye'de düsünce ve basın özgürlügü sorunlarının sürmekte oldugunu, özellikle "Terörle Mücadele Yasası" kapsamında sorunlar yasandıgını izliyordum. Fakat bu ziyaretimde olayın boyutu ve vahametinin sandıgımdan derin oldugunu fark ettim. Aralık ayındaki yazımla konuya egilmeye ve meselenin önemini vurgulamaya çalıstım. Aralıktan bu yana durum sadece vahametini korumakla kalmadı, iyice Türkiye ve uluslararası kamuoyunun gündemine girdi.
Nedim Sener ve Ahmet Sık'ın tutuklanması ise sorunu iyice görünür kıldı diyebiliriz. Onları ziyaret meselenin insani boyutu yanında bir bakıma zor bir meslek olan arastırmacı gazetecilige destek çıkmak içindi. Türkiye'de basın ve düsünce özgürlügü artık Adalet Bakanlıgı kadrolarının da kabul ettigi gibi köklü bir yasal ve kurumsal sorun olusturuyor. Bu kapsamda umut verici buldugum gerçek, Adalet Bakanlıgı kadrolarının da basım ve düsünce özgürlügü konusunda gerekli yasal reformların Terörle Mücadele Yasası'nı kapsamadan tatmin edici bir çözüm üretmeyecegi bilincinde olmalarıdır. Bu bakımdan önümüzdeki en önemli engel sorumlu politikacıların hâlâ sürmekte olan sistemi savunmalarında yatıyor diyebiliriz. İsterseniz basın ve düsünce özgürlügünü Türkiye'de yasanır kılmak ve bu yılki AB raporlarında sorun olarak öne çıkmasını önlemek için üzerine gidilmesi gereken sorunlara biraz yakından bakalım:
Sorusturmanın gizliligi ve mahkemeyi etkilemek
Ceza Yasası'nın 285. ve 288'inci maddeleri sorusturmanın gizliligi ve mahkemelerin dıs etkenlerden korunmasını hedef alan maddeler gazetecilere karsı sürmekte olan davaların önemli bir bölümüne gerekçe olusturuyor. Özünde hem sorusturmanın gizliligi, hem de mahkemelerin hür, bagımsız ve etki altında kalmamalarını garantilemek, hukuk devletinin en önemli kurallarından birini olusturuyor. Fakat bu iki maddenin Türkiye'de uygulanması basına yönelik bir sansür mekanizmasına dönüsmüs durumda. Binlerce dava bu iki maddeye dayanılarak sürüyor. Dava gerekçelerine üstünkörü bile bakmak sorunun haber yapmaktan ibaret oldugunu gösteriyor. Burada yapılan uygulama, 19. yüzyıl basın anlayısını anımsatıyor ve habere dönüsen bilgiler kovusturma gerekçesi oluyor, internet ortamında haberin gazeteciye ulasması ile gizlilik olgusunun artık söz konusu olmadıgı göz ardı edilerek. Savcılıgın sorumlulugunda olan sorusturmanın gizliligini garantilemek, klasik sansür uygulamaları ile gerçeklestirilmeye çalısılıyor. Bu uygulama görevi haber yapmak ve kamuoyunu bilgilendirmek olan gazetecileri engellemekle kalmıyor, aynı zamanda toplumun önemli buldugu davalar üzerinde saglıklı bilgilendirilmesini de engelliyor. İlginç paradokslar da izlemek mümkün bu iki madde ile uygulama sürecinde. Ergenekon davası gibi Türkiye'nin demokratiklesme sürecinde önemli bir konumu olan davalar üzerine politikacıların tavır ve yorumları savcılar açısından sorusturma gerekçesi olmazken, gazetecilerin haber ve yorumları sorusturma gerekçesi yapılıyor. Ülkenin politik gelecegi ve demokratik hukuk devleti olabilmesi için önemli bir sans olusturan Ergenekon davası gibi davalar üzerine süren saglıklı bir kamuoyu tartısması baskı altında olan bir basın ile mümkün degildir.
Eski ve yeni ceza yasasında, sayı olarak sıkça degisen, baskıcı ruhu nedense oldukça hayatî maddeler var. Ceza Yasası'nın 301'inci maddesi bunlardan birini olusturuyor. Gerçi bu maddeden dava açılabilmesi Adalet bakanının iznine baglandıgından beri radikal bir düsüs izlense de, bu maddede saklı ruh ceza yasasının birçok maddesinde de varlıgını sürdürdügü için, "göze batan herhangi bir cümleden" ötürü davalar açılmakta ve insanlar cezalandırılmaktadır. Sorun burada sadece bu maddelerde sürmekte olan ruh degil, mahkemelerin de bu ruhu yasatmak için gösterdigi dirençte de yattıgını söylemek mümkündür. Mesela Nobel Ödülü ile onurlandırılan Orhan Pamuk, "Türklüge hakaret" gerekçesi ile Yargıtay'ın zorlaması sonucu para cezasına çarptırılmıs, söylemedigi bir cümle için her gün binlerce kisi tarafından tazminat davası ile terörize edilebilir durumda bulunuyor. "Bu ülkede 1 milyon Ermeni, kırk bin Kürt öldürüldü" demis Pamuk. Bu cümleye karsı asırı milliyetçi çevreler, "Pamuk 'Türkler bir milyon Ermeni, kırk bin Kürt öldürdü.' dedi." diyerek dava açmıs. Türk olarak hakarete ugradıkları için tazminat hakkı elde etmis. Ülkem Fransa'da yüz binlerce kadın siddetle karsı karsıya kaldı ve kalıyor desem, Fransızlara hakaret mi etmis oluyorum? İlginç bir ülke Türkiye, çok çekici ve renkli bir basını var, fakat gazeteciler mahkemelerde sürünüyor. Nobellik yazarlar yetistiriyor, fakat düsünceleri cezalandırılıyor. Son Türkiye ziyaretimde tanıma olanagını buldugum Orhan Pamuk, ülkesinin bu paradokslarını bildigi için olsa gerek sineye çekiyor ve ugradıgı haksızlıgı görünür bir yere asmıyor.
Terörle Mücadele Kanunu, düsünce ve basın özgürlügü
Türkiye'de birçok gazetecinin bu yasa kapsamında tutuklu oldugu ve birçok davanın Terörle Mücadele Kanunu kapsamında sürdügü biliniyor. Bu kanunun 7'nci maddesine biraz yakından bakmak, 'terör' teriminin nerelere kadar uzandıgını ve oldukça esnek bir terim oldugunu görmek için yeterlidir. Gazetecilere, pasif protestolara, blogculara ve yazarlara karsı sürmekte olan davalar da bunun en çarpıcı örneklerini olusturuyor. Bu kapsamda Kasım 2010 Uluslararası İnsan Haklarını İzleme (HRW) Örgütü'nün Türkiye'de Terörle Mücadele Kanunu'nun, yürüyüs yapan protestoculara karsı nasıl kullanıldıgını irdeleyen rapora ilham kaynagı olarak tavsiye ederim. Türkiye düsünce ve basın özgürlügünü garanti altına almak için Meclis'te tartısılan proje kapsamını genisletmeli ve Terörle Mücadele Kanunu'ndan kaynaklanan sınırlandırmaları da gözden geçirmelidir.
Yeni iletisim teknolojisi son yirmi yıla sadece haberlesme açısından degil, "bilgi" olgusu üzerinden sosyal ve ekonomik yasamımıza da damgasını vurdu diyebiliriz. İnternetin temel bireysel hak ve hürriyetlerin yasanıp yasanmadıgı konusunda önemli bir gösterge olması bu açıdan tesadüf degildir. 'Sansür' olgusunun giderek en temel haberlesme kaynagına dönüsen internet üzerinden sürmesi bu açıdan sürpriz sayılmaz. Çin, İran gibi ülkeler internet sansüründe yalnız olmadıkları gibi, rejim geregi hür bir internet ulasımına engeller getirmeleri de tesadüf degildir. Aynı zamanda izlemekte oldugumuz Arap devriminin, insan onuru, insan hakları, demokrasi ve hürriyet mücadelesi için de internet iletisiminin oldukça önemli bir araç olması da sürpriz degildir. İnternet sayfalarının sıkça kapatılması modern demokrasiler için bir isaret olmadıgı için Türkiye'nin demokrasi ve bölgenin demokratik dönüsümünde örnek olmasına da gölge düsürmektedir. Bu yüzden hükümetten 5651 sayılı kanunu internet üzerinde hiçbir baskı ve sınırlamanın yasanmaması için gözden geçirmesini talep ediyorum.
AB üyelik sürecinde olan Türkiye'nin 22 Agustos'ta yürürlüge girecek bir genelge ile Türkiye'de toplumu dört 'filtre' ile denetlemeye çalısması süphesiz benzer bir sansür yaklasımının ürünüdür. Sevindirici olan Türkiye'de oldukça hassas bir kamuoyunun varlıgı ve hükümetin genelgeyi gözden geçirmeye yönelik ve sivil toplum kuruluslarına açık bir tavır sergilemesidir. Bu konuda göz önünde bulundurulması gereken temel yaklasımlara kısaca deginmek istiyorum.
İnternet genel olarak hür bir haberlesme ortamı olarak korunmalı, sınırlamalar ise klasik ceza hukuku kapsamında, yani suç olusturan unsurlarla sınırlı kalmalıdır. İkinci temel kural internet ile ilgili teknik ve kullanım sartları kanun kapsamında ve seffaf kurallar etrafında sekillenmeli, uygulamalar kamuoyu ve bireyler tarafından izlenebildigi gibi, mahkeme sürecine açık olmalıdır. Üçüncü önemli etken denetleme kurumlarının yapısından kaynaklanmaktadır. Denetim kurumlarının topluma açık, tarafsız, bagımsız ve ulasılabilir olması temel alınmalıdır. Bu bakımdan tartısmaya açılan ve 22 Agustos'ta uygulamaya konulacak genelgenin geri çekilmesi, degindigimiz temel ilkeler etrafında yeni bir düzenleme için olumlu bir adım olusturabilir. Sivil toplum kuruluslarını da kapsayan bir diyalog Türkiye'de "internet hürriyetini" yasanır kılmak için ilk adımdır diyebiliriz.
Sonuç olarak, sadece AB üyelik süreci açısından degil, Türkiye'de demokrasinin derinlesmesi için basın ve düsünce özgürlügünde yasanan paradoksun bitmesi gerekir. Bir taraftan oldukça çekici ve renkli bir tartısma ve basın yasamı, öbür taraftan sürmekte olan düsünce ve basın özgürlügünü sorusturan davalar, Türkiye'nin gerçekleri ile örtüsmemektedir. Basın ve düsünce özgürlügü meselesi yeni Meclis'in ilk ve en önemli reform projelerinden birini olusturmalıdır. Toplumun yeni anayasa istemi, vatandasların esit, bireysel hakların temel alındıgı ve hukuk devletinin yerlesmesi yeni parlamento tarafından hayata geçirilmelidir. Düsünce ve basın özgürlügü yeni anayasanın temel ilkelerinden biri olmalıdır, zira bu özgürlükler demokrasinin köse tasını olusturan özgürlüklerdir.

28.06.2011
Hélène Flautre - Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Esbaskanı - Zaman



Kayıt Tarihi : 29 - 6 - 2011
Bu sayfa 1834 defa ziyaret edilmiştir.